Yaşadığımız çağa bir isim koy deseler, hiç tereddüt etmeden “Tüketim Çağı” derim.
Evet, tüketiyoruz. Doğayı, vicdanı, aklı, ahlakı, geçmişi, geleceği… Her şeyi tüketiyoruz. İnsanoğlunun ihtiyaçları sınırsız denir. Peki bu sınırsızlık gerçekten bir ihtiyaç mı, yoksa ihtiyaç haline getirilen bir saplantı mı? Daha yenisi, daha iyisi, daha hızlısı, daha parıltılısı derken, elimizde ne kaldı? Çöp yığınları, beton ormanları ve geleceği karartılmış bir dünya…
Son İstanbul depremi, işte bu hazin tablonun kısa bir özetidir. Sarsıldık. Hem yerin altında, hem vicdanlarımızda… İnsanlar parklara doluştu. Nereye kaçacaklarını, ne yapacaklarını bilemeden. Çünkü şehir dediğimiz yer artık nefes alınacak bir alan değil; rantın, hırsın, aç gözlülüğün kutsandığı bir enkaz yığınına dönüştü.
Ve sonra… Sahneye yöneticiler çıkar. Kravatlar düzeltilir, kameralar hazırlanır, halkın arasına “karışılır.” Parkta bekleyen halk, bu zat-ı muhteremleri alkışlarla karşılar. Ne garip değil mi? Parkı işaret edenler, yıllarca parkların üstüne AVM dikenlerle aynı zihniyetin farklı yüzleri…
Bir kent düşünün: Metrekare hesabıyla yağmalanmış… Gökdelenler göğe değil, toprağın vicdanına saplanmış. Yeşil, betonun arkasında çığlık çığlığa. Ve deprem geldiğinde, insanların sığınacağı yer olarak parklar öneriliyor. Deprem toplanma noktaları zaten hayal !! Peki , önerilen Park mı kalmış ki?
6 Şubat’ın acısı hâlâ taze. Toprağın altına gömülen onbinlerin çığlığı hâlâ kulaklarımızda. Peki, ne değişti? Koca bir hiç. Belediyelerin konser bütçeleriyle, deprem için ayırdıkları kaynaklara bakın; hangi ülkenin neyi önemsediğini anlarsınız.
Uygar bir ülke böyle mi olur? Gerçekten böyle mi yaşanır bir hayat?
Her şeyin yenisini isterken, aslında çok eski bir yere gidiyoruz. Uygarlığın öncesine… Çocuklarımıza plastikten bir dünya, betondan bir yalnızlık bırakıyoruz. Doymaz iştahımızla doğayla savaşa tutuştuk. Ama bilirsiniz… Doğa, sonunda kazanır. Kazanıyor da. Sellerle, yangınlarla, depremlerle yüzümüze tokat gibi çarpıyor gerçekler. Bizse hâlâ vitrin düzenliyoruz.
Tüketim alışkanlık değil, bir ideolojidir artık. Ve bu ideoloji bizi bitiriyor.
Kendi ellerimizle çocuklarımızın geleceğini harcamaya ne hakkımız var?
Köşeyi umutla bitirmek isterdim. Ama gerçekler bu kez öyle acı ki… Belki de umut, en çok hak ettiğimiz şeyi yaparak başlar: Gerçekle yüzleşmek.