Fuzûlî ve Shakespeare On altıncı yüzyılın dünya çapında iki büyük şairi varsa; birisi Fuzûlî, diğeri Shakespeare’dir. Benzerlikleri; aynı çağda yaşamış iki büyük lirik olmalarından başka, ortak bir temayı işleyen halk hikâyelerini yeniden ele alarak birer şaheser yaratmış olmalarıdır: Leyla ile Mecnun, Romeo ve Juliet.
Shakespeare’in Romeo ve Juliet piyesi ve soneleri bütün dünyâca tanınır ve bilinir. Bunun böyle olması için İngiliz kültür politikası her türlü çabayı harcamaktadır. Öylesine ki, sadece iki yüz yedi yıl (1740-1947) İngiliz sömürgesinde kalmış olan Hindistan o günden bu güne İngiliz dili ve kültürünün baskın hakimiyetini devam ettirmektedir.
Öte yandan bütün bir film endüstrisi ve diğer sanat alanlarında da Shakespeare’in eserleri daima aktüalize edilerek yeniden yeniden yorumlanır. Örgün eğitimde ise Shakespeare en önde gelen isim olarak belletilir ve bir Lise öğrencisi bile en az, uzun bir Shakespeare tarafını ezbere bilir.
Lâkin, bırakın Dünya çapında tanıtmayı, yedi yüz yıla yakın hüküm sürdüğü topraklarda, hatta Balkanlarda, hatta kendi ülkesinde bile Fuzûlî pek tanınmaz. Shakespeare’den daha az kıymetdar olduğundan mı? Asla! Belki lirizmdeki kuvveti, hayâl gücü ve özgün ifade kudretiyle daha kıymetlidir.
Hadi geçtik dünyadan, biz o hâlde biz neden Fuzûlî cahiliyiz?
Elbette, cehaletimizin sınırsızlığı hakkında Fuzûlî sadece önemli bir örnek.
Bunun cevabını; birkaç yıl önce Yunus Emre’yi müfredat programından çıkaran zihniyetimizde ve yanlış kültür politikalarında buluruz.
Peki neymiş günahı, bu bütün bir Anadolu’yu sâdece gönül eğitiminden geçirerek saf, temiz ve derin bir inancı temiz ve kudretli Türkçesiyle sunduğu şiirlerinin cennetindeki Hak dostluğu halkasına dahil ediveren mucize sanatkârın?
Efendim, şiirlerinde cenneti küçümseyici bir tavrı varmış!
“Cennet cennet dedikleri bir kaç melek bir kaç hûri
İsteyene ver onları, bana Seni gerek Seni”
dediği içinmiş. Gerçek bir mümin bilir ki, tekâmül yolculuğunda tek ve nihâî odak, Hakk’ı istemek, bilmek ve sevmektir. Bunun dışında, velev ki cennet, hûri vb. nurânî gâyeler gütmek bile, şirke dahildir.
*******
Estetik, lirik sanat eserlerinden geçmeyen bir duygu eğitimi olmadıkça ve medeniyetin geçmişe atıflarla ilerlediği şuuruna erilmedikçe varacağımız nokta, ‘yapay zekâ’nın gönüllü köleleri olarak ondan aldığımız komut ve bilgilerle (!) yapay insan derekesine düşmektir.
*****
Büyük lirik, gelmiş geçmiş en büyük şairlerden olan ve âl-i abâ aşığı Fuzûlî’nin “Su Kasîdesi” Hz. Peygamber’in şanında yazılmıştır.
Ne var ki, Klasik şiirimizde yazılan sayısız naatlerden oldukça farklıdır. Bu farklardan biri, Hz. Peygamber üzerine yazıldığının açık bir işâreti olmayışıdır: Ne başlıkta ‘Naat-i Nebevî’ gibi bir ifâde, ne de onun mucize ve nübüvvetiyle ilgili çok açık başkaca işâretler vardır. Ancak bir iki mucizesine telmih yapan bir iki beyit dışında. Şâir bu tutumuyla hep bilinen ve tekrarlanagelen kalıp ifâdeler yerine büyüklüğünü bu şiirde de göstermek üzere, yalnızca O mübarek varlığa olan aşk ve hasretini ifâde etmek ve böylece yalnızca kendi duygularının yüksekliğini, hasretinin dayanılmaz derecesini dile getirmek istemiştir. İşte adı bile orijinal olan Su Kasidesi’nin anlamca birbirine bağlı olan son iki beyiti:
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su
(Haşr günü, gaflet uykusundan uyanık olan, sana olan hasretimden, gözyaşları dökmekten uyku tutmayan gözlerimin döktüğü su…)
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su
(Umarım ki, o haşr günü, o güzel yüzüne teşne (susamış) olan bana, sana kavuşma ânının rahmet suyu su verir. İşte ümidim budur ki, hasretinle döktüğüm gözyaşlarımın kuruttuğu gözlerime, sana kavuşmanın rahmet pınarı o gün beni mahrum bırakmaz.)
SE La Edri… NHaber.nl