Evrensel Değerler mi, Tek Tip Dayatma mı? Hollanda’daki Sessiz Baskıya Artık Ses Verelim!

1 ay önce 61

1960’lı yıllarda, Türkiye’den Hollanda’ya doğru başlayan göç dalgasıyla birlikte, binlerce insanımız daha iyi bir yaşam umuduyla bu topraklara geldi. Kimimiz ekmek parası için, kimimiz özgürlük arayışıyla, kimimizse sadece çocuklarına daha huzurlu bir gelecek bırakmak için… Hepimizin hikayesi farklıydı ama özlemi aynıydı: İnsan gibi yaşamak.

 

Bugün, aradan geçen onlarca yılın ardından dönüp baktığımızda, Avrupa’nın kolay bir yoldan bugünkü seviyeye ulaşmadığını çok iyi biliyoruz. Bu topraklarda da bir zamanlar tek tip inanç, tek tip düşünce, tek tip yaşam anlayışı hâkimdi. Kendisi gibi düşünmeyeni cadı ilan eden, farklı olanı sokaklarda yakan, boğan, susturan bir karanlık geçmişin izlerini kitaplardan değil, yaşanmışlıklardan öğreniyoruz. Avrupa bu acıları yaşadı. Ancak sonunda, inançların mabede çekilmesiyle birlikte sokakta, okulda, iş yerinde özgürlük yeşerdi. Din özel alana çekilince; bilim, akıl, felsefe, insan hakları ve özgürlük toplumsal yaşamın temelini oluşturdu. Ve Avrupa böylece gelişti, büyüdü, evrenselleşti.

 

Biz ise hâlâ evimizin önünü temizlemeye çalışıyoruz. Ne yazık ki, Hollanda gibi özgürlüklerin geliştiği bir ülkede bile, kendi insanımızdan, kendi kültürel bağlarımızdan gelen baskılarla karşı karşıyayız. Türkiye kökenli vatandaşlar olarak bizlere, özellikle çocuklarımıza yönelik görünmez ama etkili bir baskı mekanizması işliyor. İşverenler, dernekler, vakıflar ve bazı dini yapılar aracılığıyla; farklı düşünen, farklı yaşayan, farklı giyinen, farklı inanan insanlara yönelik dışlayıcı ve dayatmacı bir tavır sergileniyor.

 

Özellikle çocuklarımız; sırf başlarını örtmedikleri, oruç tutmadıkları, belirli mezheplerden olmadıkları için arkadaş çevrelerinde “gavur” olmakla itham ediliyor. Bu kelime, çocukların ruhuna korku gibi işleniyor. Sokakta, okulda, oyun alanında bir ayrımcılık simgesine dönüşüyor. Bu da onları; Avrupa’nın çağdaş, özgürlükçü yapısından uzaklaştırıyor, geri ve karanlık bir orta doğu anlayışına doğru itiyor. Bu, kabul edilemez bir durumdur.

 

Bu bir inanç meselesi değil; bu, bir dayatma ve ayrımcılık sorunudur. 

 

Biz bu ülkeye, demokrasiye ve insan haklarına olan inancımızla entegre olduk. Ama görüyoruz ki; bazı çevreler kendi tekçi anlayışlarını burada yeniden üretmekte. Bu, yalnızca bireysel bir sorun değil; toplumsal bir çöküşün habercisidir.

 

Şimdi şu soruyu sormalıyız:

Avrupa’da bu acı deneyimler yaşanmışken, neden biz hâlâ geçmişin karanlığında ısrar ediyoruz?

 

Bir Anadolu atasözü der ki:

“Beni anlayacak biri, damdan düşen biri olsun.”

Biz de “tek tip” anlayışın ne demek olduğunu, onun acısını yaşayanlardanız. Bu yüzden buradayız. Ve bu yüzden, tekrar aynı hatalara düşmemeliyiz.

 

Ne yapmalıyız? 

 

• Kimseye inancını dayatmamalıyız.

 

1.Hiçbir kurum veya birey, bir mezhebi ya da yaşam tarzını “tek doğru” olarak sunmamalıdır.

 

2. Çocuklarımızı inanç değil, bilgi yönlendirmeli.

 

3. İş yerlerinde, derneklerde, sosyal alanlarda tüm kültürel ve dini kimliklere eşit mesafede durulmalı.

 

4. Sosyal medya, eğitim kurumları ve yerel yönetimler bu konuda duyarlılık geliştirmeli.

 

5. Gerekirse resmi makamlara yazılı başvurular yapmalı, ayrımcılık ve baskının önüne geçmeliyiz.

 

Bu bir çağrıdır: 

 

Dinin, ırkın, mezhebin, kültürün baskı aracı olarak kullanılmadığı bir toplum istiyoruz. Evrensel değerlerin egemen olduğu, farklılıklarımızla barış içinde yaşayabildiğimiz bir düzen arıyoruz. Avrupa’nın bedel ödeyerek kurduğu özgürlük ortamını kendi ellerimizle yozlaştırmamalıyız.

 

Duran toplum çürür. İlerleyemeyen toplum geriye gider. 

 

Ticari çıkarlar uğruna, korkulara, cehalete, gericiliğe teslim olmayalım.

İnançlarımızla değil; ahlakımızla, aklımızla, sevgimizle, bilincimizle var olalım.

İşte o zaman hem kendimiz için hem çocuklarımız için gerçek bir gelecek kurabiliriz.

Makalenin tamamını oku