Ben yurt dışında yaşayan bir Türkiye kökenli vatandaş olarak bu yazıyı, sadece kendi çocuklarım için değil, tüm toplumumuz adına bir çağrı olarak kaleme alıyorum. Avrupa’nın göbeğinde, demokrasiyle, özgürlükle, bilimle şekillenmiş bir toplumda yaşarken; her geçen gün çevremde artan bir baskıya, sessiz ama derin bir kültürel dayatmaya tanıklık ediyorum. Bu durum sadece bireyleri değil, doğrudan geleceğimizi, yani çocuklarımızı tehdit etmektedir.
Bizler anayurdumuzdan uzakta yaşıyoruz. Bu uzaklık beraberinde bir duygusal boşluk getiriyor. Çocuklarımız, bu yabancı toplumlarda kendilerini yalnız hissettiklerinde doğal olarak kendilerine benzeyenlerle yakınlık kuruyor. Bu yakınlaşma, çoğu zaman kültürel bir dayanışma gibi başlasa da, giderek dar kalıplara hapsedilmiş, tek bir inanç biçimini “tek doğru” olarak dayatan bir yapıya dönüşüyor. Orta Doğu’nun katı dini anlayışları, çocuklarımızın sosyal dünyasında norm hâline geliyor.
Birçok çocuk, oruç tutmazsa, başını örtmezse ya da namaz kılmazsa arkadaşları tarafından dışlanma tehdidiyle karşı karşıya kalıyor. Hatta “Sen gavur musun?” gibi ağır ithamlarla karşılaşıyor. Çocuklarımız bu kelimeyi okullarda, sokakta, arkadaş çevresinde “kötü”, “istenmeyen” olarak öğreniyor. Yalnız kalmamak, dışlanmamak için kendilerini ait olmadıkları bir inanç pratiğine zorla ait göstermeye çalışıyorlar. Bu, özgür birey olma hakkına açık bir müdahaledir.
Hollanda gibi sosyal hukuk düzeninin, demokrasi kültürünün ve ifade özgürlüğünün egemen olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ne var ki, Hollanda devleti veya okulları tarafından bir inanç baskısı görmezken, kendi içimizden, yani Türkiye kökenli topluluklardan gelen bu baskıyı anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu durum, yalnızca bireysel değil; toplumsal olarak üzerinde durulması gereken bir çelişkidir.
Muhafazakâr çevrelerin özellikle Hanefi mezhebi üzerinden çocuklarımıza yönelttiği bu baskı, çoğunlukla iyi niyetli bir inanç aktarımından çıkıp, korkuya ve dışlamaya dayalı bir dogmaya dönüşmüştür. Alevi, seküler ya da farklı düşünce yapılarına sahip ailelerin çocukları, bu ortamda ya sessiz kalmakta ya da kimliğini gizlemek zorunda kalmaktadır.
Aileler, çocuklarını kaybetmemek adına, onların duygusal bağlarını korumak için mecburen kendi kökenlerinden gelen inancı yeniden öğretme çabasına girmektedir. Bu ikilem, hem çocuğun kimlik gelişimini zedelemekte hem de akademik başarıyı doğrudan olumsuz etkilemektedir. Okulda başarısızlık, toplumdan kopma ve uzun vadede entegrasyon problemleri bu durumun kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Bu noktada açık bir çağrıda bulunuyorum:
Bu sorun yalnızca bireysel bir mesele değil, kamusal bir sorundur. Eğitim kurumları, yerel yönetimler ve devlet otoriteleri bu duruma kayıtsız kalmamalıdır.
Okullarda çocuklara yönelik dini ve kültürel baskının önlenmesi adına somut adımlar atılmalı; kültürel çeşitlilik, inanç özgürlüğü ve laiklik ilkeleri eğitim sistemine entegre edilmelidir.
Ailelere yönelik bilinçlendirme programları artırılmalı, inançların ve kimliklerin özgürce ifade edilebildiği bir sosyal ortam oluşturulmalıdır.
Bu konuda Hollanda Eğitim Bakanlığı’na ve ilgili kurumlara açık dilekçeler sunulmalı, geniş katılımlı bir imza kampanyasıyla sorun kamuoyunun gündemine taşınmalıdır.
Bizim ana vatanımız Türkiye, laik ve demokratik bir hukuk devletidir. Bu topraklardan gelen bizler, farklı inançlara, kültürlere, siyasi görüşlere sahip insanlarız. Bu çoğulculuk bizim gücümüzdür. Bu kültürel zenginliği yurt dışında da yaşatmak ve korumak zorundayız. Çocuklarımızı bilgiye, bilime, sorgulamaya ve özgür düşünceye teşvik etmek hepimizin ortak sorumluluğudur.
Çünkü baskıya karşı durmak, suskunluğu bozmak ve korku yerine sevgiyle yaklaşmak; gelecek nesiller için yapabileceğimiz en büyük iyiliktir.
Ve unutmayalım:
Gelecek, özgür düşünen çocukların ellerinde yükselecektir.